gözlerini sımsıkı kapat – john verdon

“gözlerini sımsıkı kapat” bir seri katil romanı.

ilçe polis teşkilatının çözemediği, şehrin en zengin ailelerinden birinde yaşanan cinayeti çözme işi emekli bir polis şefine kalıyor. aslında ailenin zenginliğine paralel olarak aynı vaka ile savcılık ve benzeri resmi kurumlar da ilgileniyor. polis şefi evde olaylara bulaşmasını istemeyen karısı ile çatışırken, diğer taraftan da bu resmi kurumlar ile karşı karşıya geliyor.

“emekli olup taşraya taşınması, eşinin istememesi, diğer kurumların yoluna taş koymaya çalışmaları” gibi tür edebiyatında sıkça karşılaştığımız unsurlar maalesef öykünün gerçekçiliğini yok ediyor.

biraz da bu formülizasyon sayesinde kurgunun mükemmele yakın olduğunu söyleyebilirim. yaratılan kişiler, olayın garip ve şaşırtıcı olması, merak uyandırması, eylemlerin temelinde gizli kalmış psikolojik sorunlara dayandırılması gibi yönleri benim beğendiğim tarafları oldu.

ancak daha önce bahsettiğim klişeler ve roman kahramanının aynı olayları sürekli kendi kafasında evirip çevirmesi, bu doğrultuda “acaba öyle olsa böyle mi olurdu” gibi soruların sürekli aynı eksende tekrar etmesi insanı biraz sıkabiliyor.

seri katil hikayesi olarak düşündüğümde sıradanın sadece bir tık üzerinde olduğunu söyleyebilirim. ama yazarın önceki romanı “aklından bir sayı tut” ile karşılaştırırsam bu roman sınıfta kalabilir…

22 Mart 2012

serenad – zülfü livaneli

zülfü livaneli’nin son kitabı “serenad”, tarihi bir insanlık dramının ışığında günümüzde geçen bir hikayeyi anlatıyor.

dünyaca ünlü bir bilimadamı türkiye’yi 3-4 günlüğüne ziyaret edecek ve bir konuşma yapacaktır. yaşı oldukça geçkin olan profesörü ağırlamak üniversite rektörlüğüne bağlı halkla ilişkiler departmanında çalışan 36 yaşında bir kadına düşmüştür. bu kısa ziyaret sırasında kadın kahramanımız struma gemisi dramını öğrenecek ve çeşitli gelişmeler sonrasında da hayata bakışı değişecektir.

önce bu günümüzde geçen hikayeye değinmek istiyorum. 36 yaşında bir kadının bir erkekle flört etmesi ama cinsellik yaşamaması, işini kaybettiği halde ve ciddi bir birikimi olmamasına rağmen para sıkıntısı yaşamaması, üniversitede normal bir çalışan olmasına rağmen yeşil pasaportunun olması, başı sıkıştığında hızır gibi birlerinin yetişmesi, garip ajan hikayeleri vb yönleri ile bu kısım bana yaratıcılıktan oldukça uzak ve gerçekdışı geldi. kötü değil elbette ama iyi de değil.

ayrıca yine bu hikayede sürekli devletin tek taraflı olarak yargılandığını da gözlemledim ben. zamanın dünya ve türkiye koşulları gözetilmeden suçlamalar yapılmış biraz. kişisel özgürlüklere inanan biri olarak her suçu yapıldığı dönemin şartlarını da gözönünde bulundurarak yargılamak gerekir diye düşünüyorum. ama  tabii bunu böyle ortadan ve tek cümle ile savunmak, aktarmak güç. özellikle de başta bahsettiğim romanın ikinci yüzü olan struma dramından bahsedersek.

bu olay başlı başına bir insanlık dramı, adı geçen tüm ülkelerin de ayıbı. (almanya, ingiltere, türkiye, romanya, sovyetler birliği)

bu kadar yakın tarihte yaşanmış olmasına rağmen bilinmemesi de çok çok acı…

ağırlıklı wiki’den;

struma olayı, II. dünya savaşı sırasında nazilerden kaçan yahudileri, filistin’e götürmek üzere romanya’dan yola çıkan struma gemisinin istanbul açıklarında bir sovyet denizaltısı tarafından batırılmasıdır.

istanbul açıklarında motoru bozulan ve yolcularının karaya çıkmasına izin verilmeyen geminin batırılması sonucu 768 kişi hayatını kaybetti. struma’nın batışı, II. dünya savaşı’nın denizde en fazla sivil kayba yol açan olayı olarak tarihe geçti.

bu olayın pek çok acı, kabul edilemez tarafı var. biraz araştırdığında insanın kanı donuyor.

geminin bir kömür gemisi olması, insan taşımaya elverişli olmaması, 300-350 kişilik gemiye 800 e yakın kişinin çok lüks olduğu yalanıyla bindirilmesi ve bilet için fahiş fiyat alınması, İstanbulda karaya oturduktan sonra ingiliz hükümetinin izin vermemesi sebebiyle insanların yaklaşık 2.5 ay sarayburnu açıklarında bekletilmesi ve en son olarak karadenize romorklarla çektirilmesi, orda da hala tam olarak belirlenemeyen ama sonradan sovyet denizaltısı olarak tahmin edilen bir gemi tarafından batırılıması, 768 sivilin göz göre göre öldürülmesi…

bu batırılma sonucunda gemiden sadece 1 kişi kurtulmuş. Bir de henüz sarayburnu açıklarında beklerken bir aile. Bu ailenin kurtulması ise daha da acıklı. vehbi koç o dönemlerde bir benzin şirketinin ortağıymış. işte bu kurtarılan aile de o şirketin sahibi. vehbi koç gücünü kullanarak çeşitli mevkilerle görüşüyor ve nasıl oluyorsa bir ailenin kurtulmasını sağlıyor.

kitapta bu olaydan da bahsedilmediğini üzülerek belirtmek istiyorum. bence bu olay da insan ırkının ne kadar vahşi ve acımasız, çıkarları doğrultusunda da ne kadar becerikli olabileceğini anlatıyor. diğer 768 kişinin varlıklı ortakları olsaydı onlar için de herşey farklı olabilirdi belki.

sonuç olarak kitap kendi hikayesiyle çok sıradan olmakla birlikte, tarihe tuttuğu ışık ile çok başarılı.

siyah kan

22 Mart 2012

siyah kan – jean-christophe grange

Grange romanları içinde beni en çok etkileyenlerden biri olduğunu söyleyebilirim. En güzeli değil ama en çok etkileyeni. Bu romanı diğerlerinden ayıran en büyük özellik ise kahramanı sevmiyor oluşunuz. Seri katil hikayelerinin peşinden giderek onlarla ilgili haber yapan kırklarında bir gazeteci bu kahraman. Uzakdoğu’da yaşayan ünlü bir fransız dalgıcın cinayet şüphesiyle tutuklanması üzerine harekete geçiyor ve bu konuda bir yazı hazırlamaya başlıyor. Katilin izini sürdükçe kendi hayatında da bir takım gelişmeler oluyor.

Sırrın peşine düşen kahraman bir çok grange romanında olduğu gibi ülkeden ülkeye, şehirden şehire geçiyor.

Romanı bitirdiğinizde ağzınızda acı bir tat kalıyor işin gerçeği. Bu tadın sebebi hem insanoğlunun vahşi doğası hem de bu vahşete rağmen medeniyetin nasıl da bu denli ilerleyebiliyor oluşu…

uyuyana kadar

22 Mart 2012

uyuyana kadar – s.j. watson

başına gelen bir kaza sonrasında hafıza kaybı yaşayan bir kadının gerçeğe, gerçek geçmişine ulaşma çabasını anlatıyor “uyuyana kadar”.

konusu biraz memento filmini anımsatıyor aslıda. çünkü yaşadığı hafıza kaybı her sabah yeniden tekrar ediyor. yani uyandığında hem dünü hem de tüm hayatını hatırlamıyor. ancak bir süre sonra kendi gerçeğini hatırlamak istediği için bir doktorla beraber çalışmaya başlıyor ve bir anlamda kendi bilinmezinin peşinde düşüyor. bu doğrultuda ise güveneceği tek kişi kendisi…

kitap genelinde negatif bir dille yazılmış. o kadının her sabah duyduğu depresif hali ve merakı hissediyorsunuz okurken. bu da olayı daha yakın hissetmenize yol açıyor. tek sıkıntı her bölümde aynı soru işaeretlerini yeniden yeniden yaşıyor olmanız. kahraman kendi içinde yeniden keşfediyor ama biz okurlar biliyoruz ve tabii buraları okurken biraz sıkılıyoruz.

“uyuyana kadar” son dönemde okuduğum, yeni dönemde yazılmış en iyi gerilim romanlarından biri…

Aklından Bir Sayı Tut

09 Ağustos 2011

yazar : john verdon / orj: think of a number / orj yayın: 2010 / yayınevi : koridor / tür: gerilim, polisiye

Seri katil öykülerini oldum bittim çok severim. İşte bu kitap da onlardan biri.

Konusu çok klişe gelebilir; Emekli bir dedektifin seri katil avı… Ancak anlatımı ve kurgusu ile kitap çok başarılı. Bir o kadar da sürükleyici. Üstelik asla sonunu tahmin edemiyorsunuz.

Şiddetle tavsiye ediyorum, polisiye sevenler kaçırmamalı…

yazar : boris vian / orj: j’irai cracher sur vos tombes / ilk yayın: 1946 / yayınevi: ithaki

Aslında bir intikam hikayesi “Mezarlarınıza Tüküreceğim”

Kahramanın ayrımcılığın getirdiği kini, dünyadan çıkarmaya çalışmasının anlatımı diğer anlamda.

Dili oldukça net, dümdüz anlatıyor. Her cümlesinde o intikamın keskin ateşini hissediyorsunuz. Zaman zaman pornografik denecek kadar sansürsüz bir de…

Hızlıca okuyup bitiriyorsunuz zaten de geride acı bir tat bırakıyor. Hayatın adaletsizliğine dair çok acı bir tat…

Kürk Mantolu Madonna

11 Mayıs 2011

yazar: sabahattin ali / yayınevi: yky

Bir aşk o kadar içten ve tutkulu anlatılıyor ki romanda gözünüzü kapattığınızda o inadı, o bağlılığı hissedebiliyorsunuz. Hele hele inatçı biriyseniz o inadı net olarak anlayabiliyorsunuz bu anlatım karşısında.

Yabancı bir ülkede gezdigi bir sanat serinden yola çıkarak aşkı yaşayan Raif Bey ile erkeklerden ümidi kesmiş, aşka güvenini yitirmiş Maria Puder’in hikayesi.

Gerçek edebiyatın ne demek olduğunu kanıtlamak için bu eser. Sonrasında ne okunsa yavan kalır gibi.

Bir kaç alıntı yapmak istiyorum unutmamak ya da hep hatırlamak için;

Maria Puder’den;

“O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu ladar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin*, kendini beğenmiş ve nahvetli*, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir”

“Ben zaten dans etmekten fazla zevk almam, bazen dans ettiğim kimse hoşuma gider ve bu yüzden o sıkıntıya katlanırım”

Raif Bey’den;

“Evden çıktıktan sonra birşey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm”

(hodbin bencil: , nahvetli: kibirli )

Gazze Blues

25 Nisan 2011

yazar : etgar keret – samir el-youssef / orj adı: gaza blues / yayınevi : siren / çeviri : avi pardo

Küçüklüğümden beri gerçekle hayalin içiçe girdiği öyküleri sevdim. Çünkü bana göre bu gerçek gibi görünen dünyamız bu kadar da gerçek olamaz.

İşte isminden de kendisini ele verdiği gibi Gazze Blues da böyle bir kitap. Gazze’de Blues yani, tahayyül etmesi ne kadar zor!

İsrail ve Filistin’den bu öyküler, diğer bir deyişle için için kanayan bir yaranın iki ucundan. Hafif hafif gülümsetirken içini buruyor insanın. Üstten bambaşka bir hikaye gibi görünse de içten içe yaranın kavurduğu insanların duygularını hissedebiliyor insan.

Etgar Keret’i daha önce de okumuştum. Tarzı aynı, dünyayı umursamaz gibi görünen acıklı hikayeler. Samir El-Youssef için de aynı kelimeler kullanılabilir. Hele Samir’in bir hikayesi insanı, insanlığı öyle güzel anlatmış ki. Hataları kabullenişi, hayatı çok ciddiye almakla almamak arasındaki sınırı. Bir de boşvermişliği…

Avi Pardo çevirisi gördüm mü almadan, okumadan yapamıyorum. Onun nefesi, kalemi sinmiş bu öykülere de, ne mutlu…

Yakın zamanda bu ikiliden yeni hikayeler okuyabiliriz umarım…

Keskin Şeyler

03 Nisan 2011

yazar : gillian flynn / orj adı: sharp objects/ yayınevi : artemis / ilk basım : 2006 abd

Küçüklüğümde Stephen King ve Dean R. Koontz kitaplarını okurdum deli gibi. Elime alır ve o an yaşamak için yapmam gereken tek şey buymuş gibi romanı bitirmeye çalışırdım. İşte o dönemlerden sonra ender kitapta bu duyguyu yaşamıştım.

Hiç beklemediğim bir anda “Keskin Şeyler” beni çocukluğuma, okuma ya mı gerilime mi aç olduğumu anlayamadığım o dönemlere götürdü. Cuma akşamüzeri başladığım kitabı bugün öğle saatlerinde bitirdim. 2 akşam dışarı çıktığımı ve dün yani cumartesi de yarım gün çalıştığımı belirtmeliyim.

Ayrıca kitap oldukça tehlikeli bir şekilde ergenlik dönemlerinizdeki ruh halinizi hatırlatıyor, o sebepsiz ya da sebepli depresyonlara parmak basıyor. Uzunca bir süredir aklınıza bile gelmeyen o dönemlerdeki yaşantılar, hayatla kavganız bu kitapla su yüzüne çıkıyor.

Romanın kahramanı Camille, sorunlu bir çocukluk döneminden sonra büyük şehirde gazetecilik yapan genç bir kadın. Büyüdüğü kasabada işlenen seri cinayetler onun geri dönmesini gerektiriyor.

Ancak döndüğünde aile içinde yaşanan sarsıntıların şiddetinin değişmediğini ve bunlara tepkisinin de aslında içinde bir yerlerde hala capcanlı olduğunu görüyor. Bir yandan cinayetlerin peşine düşerken diğer yandan da kendi sorunlarıyla başa çıkmaya çalışıyor.

Bir çok ruhsal hastalığa şahit olacağınız uyarısını yaptıktan sonra , gerilim seviyorsanız kaçırmayın.

Kitaptan;

“Sakinleş, tatlı kız. Herşey yoluna girecek”

“Kendi başına oturup hayatlarının hangi noktada çıkmaza girdiğini anlamaya çalıştığı yerler. Herkesin hayatında, raydan çıktığını hissettiği bir an vardır.”

“Ne istersem yapacaksın, belki o zaman seni sevebilirim.”

“Baze insanların sana bir şeyler yapmasına izin verdiğinde, aslında sen onlara bir şey yapıyor olursun.”

yazar : j. d. salinger / orj adı: the catcher in the rye / yayınevi : yky / ilk basım : 1945

Sorunlu bir ergenin mızıldamaları gibi gelse de aslında duygusal olarak çok yoğun bir kitap “Çavdar Tarlasında Çocuklar” Tahminimce modern klasiklerden sayılan kitapların başını çekmesi bu sebeptendir.

Holden isimli karakterimiz kendi ağzından başına gelenleri anlatıyor kitap boyunca. Hepi topu 2-3 gününü beraber yaşıyoruz anlattıklarıyla. Mevcutta var olan olayları detaylandırırken geçmiş yaşamındaki travmaları da dinliyoruz.

Anlatılan olayları kendi hayatımızda ya da çevremizde gördüğümüz travmalarla özdeşleştiriyoruz. Sebeplerini araştırıyor ya da buluyoruz bir anlamda. Özünde olayların nedenlerini düşünebilen biriysek işte bu kitap bizi düşünmeye biraz daha itiyor.

Akıcı ve samimi bir dille yazılmış. Zaman zaman kendinizi Holden’in yerinde hissedebiliyorsunuz. Bu da hikayeye daha da sıcak yaklaşmanızı sağlıyor. Bazen de onun öğretmeni, arkadaşı ya da kızkardeşi olup onu anlamayabiliyorsunuz.

En beğendiğim taraflarında biri de Holden’in okuyucuya doğrudan hitap etmesi, zaman zaman şakalar yapması ve hatta bazen de kızması, yargılaması oldu.

Yukarıdaki fotoğraf Salinger’e ait ve bir rivayete göre ilk kitabında anlattığı Holden kendisi. Kitabı okuduktan sonra yukarıdaki pozu daha iyi anladığımı söyleyebilirim…

Kitaptan birkaç alıntı;

“Tüm asların bulunduğu takımdaysan, oyun o zaman, tamam; kabul ederim. Ya öteki takımdaysan, as oyuncu filan yoksa, oyunla ilgisi kalır mı bunun?”

“İnsanlar bazen, bir şeyin tümüyle doğru olduğunu sanırlar.”

“Düzelirim. Yalnızca, bir dönemden geçiyorum. Herkes böyle dönemlerden geçer, değil mi?”

30.03.2011